İş

Ekonomi Dünyası: Yaşam damarımızı kimler emiyor ve suskunluk sarmalı…

Şu dünyamızda hiç iyi bir şey yaşanmıyor. Savaşlar, çocuk ölümleri, çocuk istismarları, kadın cinayetleri, açlık, susuzluk, adaletsizlik, emeğinin karşılığını alamamak, hayat pahalılığı, vergi kaçıranlar…

Eli kanlı terörist devlet Ortadoğu’da soykırım yapıyor: Ortadoğu’yu kana buladı, şimdiye kadar hiçbir savaşta görülmemiş oranda çocuk ve kadın öldürdü (ölü sayısı 40 bini aştı, bunların 20 bine yakını çocuk), insanları susuz ve aç bıraktı, göçe zorladı, hastaneleri bombaladı ve Gazze’den sonra Lübnan’a da saldırdı.

ABD ve diğer sömürgeci güçlerin sürekli tam desteğini alan İsrail, şimdi de Ortadoğu’da İran’a karşı topyekün bir savaş başlattığını, Gazze ve Lübnan’da “tam zafer” elde edene kadar savaşacağını ilan etti. Hem de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda…

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, 27 Eylül Cuma günü BM Genel Kurulu’nda ABD yönetimi ve müttefiklerinin sözde ateşkes önerileriyle adeta dalga geçti, İsrail’in İran ve müttefiklerine karşı varoluşsal bir “yedi cepheli savaş” verdiğini söyledi, “İsrail’in uzun kolunun ulaşamayacağı hiçbir yer yok İran’da. Ve bu tüm Ortadoğu için geçerli” diye tehdit etti.

Konuşmasından bir saat sonra İsrail, yoğun nüfuslu güney Beyrut’u büyük patlamalarla yerle bir etti, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın yanında onlarca sivili öldürdü. Bütün bunları da ABD tarafından sağlanan bombalarla yapıyor.

SUSKUNLUK SARMALI HER YERDE…

Suskunluk Sarmalı diye bir teori var. Bir siyaset bilimi ve kitle iletişim teorisi… 1970’li yıllarda Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Neumann tarafından geliştirildi.

Bir kişi savunduğu fikri; eğer bu fikir genel geçer kabul edilen görüşlere uygun değilse, toplumdan dışlanma korkusu nedeniyle konuşurken kendini kısıtlar veya fikrini söylemekten vazgeçer. Aynı kişi fikrinin (veya kendi fikrine yakın görüşlerin) toplum nezdinde yaygınlaşmaya başladığını sezerse, bu kez fikrini yüksek sesle söylemeye başlar.

Kuşkusuz bireylerin ve toplumun susturulmasında kitle iletişim araçlarının ve sosyal medyanın da büyük rolü var. Medyada bir baskın bir kamuoyu, fikir birliği oluşturuluyor, bireyler de toplumdan dışlanma ve baskıya maruz kalma endişesiyle sessizleşiyor.

Dünyanın hali büyük ağırlıkla böyle… Medyada kanlı savaşlar görmezden geliniyor çünkü ABD’nin trilyon dolar değerinde silah satması lazım. İnsanlar da İsrail’e, Rusya’ya, Batı işbirlikçisi Ukrayna’ya tepki göstermekte zayıf kalıyor, susuyor. Evet, protestolar oluyor ama yeterli değil.

Batı dünyasında dolar milyarderlerinin katlanan servetine karşılık çalışanların enflasyon altında eriyen ücretlerine de, Avrupa’da ve özellikle Almanya’da son aylarda müthiş derecede yoğunlaşan işten çıkarmalara da çok ses çıkmadı.

Türkiye’de de durum aynı. Baskıya, hukuksuzluğa, hayat pahalılığına, 21 bin lirayı geçen açlık sınırının altında kalan ücretlere, aylıklara yeteri kadar tepki gösterilmiyor. Çünkü “başıma iş almayayım, olan bana olur” vd. gibi düşüncelerle suskunluk sarmalı çalışıyor.

KANTİNDE TOST 70 TL, MECLİS’TE DANA KAVURMA 42 TL…

Çocukların okula yarı aç gitmesine, beslenme çantalarının doldurulamamasına, sosyal devletin öğrencilere ücretsiz bir öğün verememesine, okul kantininde tostun 70 TL, Meclis lokantasında pilavlı dana kavurmanın 42 TL olmasına, Türkiye’nin sosyal devlet harcamalarında OECD ülkeleri arasında Meksika’nın ardından sondan ikinci olmasına…

Naylon fatura ile vergi kaçıran eski milletvekillerine, yatırım teşviki bahanesiyle yıllardır vergi ödemeyen yandaş şirketlere, iktisatçı Menekşe Yılmaz’ın tespit ettiği gibi ülkenin en büyük 7 sanayi firmasının 2023 yılında toplam 126.5 milyar TL dönem kârına karşılık ödediği kurumlar vergisi oranının sadece yüzde 8.7 olmasına, 1.1 milyon kurumlar vergisi mükellefinin ödediği ortalama kurumlar vergisinin yıllık 750 bin lira yani ufak bir otomobilin vergisi kadar olmasına tepki veriyor muyuz?

Günlerdir Uşak’tan Ankara’ya yürüyen, yollarda fenalaşıp hastanelik olan Fernas işçilerine de yeteri kadar destek veriyor muyuz?

KÜRESEL EKONOMİNİN İKİ MOTORU TEKLERSE SERT İNİŞ OLABİLİR

Türkiye’nin ağır sorunlarını bir kenara bırakıp, dünya ekonomisinde neler oluyor bir bakalım…

Dünya ekonomisinin iki büyük motoru duraklama belirtileri gösteriyor. Sert bir iniş söz konusu olabilir.

ABD’de Ağustos ayı istihdam verileri beklentilerin altında geldi. İşverenler 142 bin yeni iş yarattılar ancak bu beklenenden düşük. İşsizlik oranı yüzde 4.2’ye düştü. Yine işgücü piyasasının yavaşladığı belirtiliyor. Merkez Bankası da (FED) sert bir durgunluğun önüne geçmek için politika faizini yarım puan artırdı ve işgücü piyasasının daha da yavaşlayacağı, önümüzdeki dönemde işsizlik oranının artabileceği yönünde sinyaller verdi.

Çin’de ise enflasyon artmıyor ve ekonomi deflasyonist sürece girdi. Gayrimenkul sektöründeki kriz her an derinleşip, ekonomiyi sarsabilir. İç talep de pandemiden bu yana canlanmadı. Çin ekonomisinin bu yıl hedeflenen yüzde 5 büyümeye ulaşıp ulaşamayacağı konusunda şüpheler artıyor. Çünkü üretim faaliyetlerinde de ciddi düşüş var.

Çin Merkez Bankası, geçen hafta ekonomiyi canlandırmak için yeni önlemler açıkladı. Büyüme hedefini tutturmak için zorunlu karşılık oranları azaltıldı, konut kredisi faizlerinde indirime gidildi ve piyasaya kısa vadeli nakit aktarılmasını artırmak için yedi günlük ters repo faizi yüzde 1,7’den 1,5’e çekildi.

Çin durgunluğa girerse bunun küresel ekonomik etkileri olacak. Çin ile ticaretini azaltan ABD daha az etkilenebilir ancak birçok sektörde Çin’e hem ticarette hem de Çin iç pazarında bağımlılığı artan başta Almanya olmak üzere AB’ye etkisi daha olumsuz olacak.

LAGARDE YAŞADIĞIMIZ DÖNEMİ 1920’LERE BENZETTİ

Küresel ekonominin karar vericileri, durgunluğa yol açmadan son kırk yılın en yüksek enflasyon seviyesini düşürmeye yani “yumuşak iniş” gerçekleştirmeye odaklanıyor.

Ancak ekonomilerden gelen veriler ve yapılan açıklamalar pek iç açıcı değil. Avrupa Merkez Bankası (ECB) Başkanı Christine Lagarde, 20 Eylül’de Washington’daki IMF’nin Michel Camdessus Konferansı’nda yaptığı konuşmada, yaşadığımız dönemi 1920’lere benzetti.

Her ikisinin de önemli teknolojik değişimin ortasında küresel ticaretin daraldığı bir dönem olduğunu belirterek, “1920’lerden bu yana en kötü pandemi, 1940’lardan bu yana Avrupa’daki en kötü çatışma ve 1970’lerden bu yana en kötü enerji şokuyla karşı karşıyayız” dedi.

KÜRESEL BORÇ REKOR KIRDI: 312 TRİLYON DOLAR

En alarm verici gösterge ise, küresel borçlanmada duraklamayan artış… Küresel borç miktarı ABD ve Çin’deki borçlanmanın etkisiyle yılın birinci yarısının sonunda 312 trilyon dolarlık rekor seviyeye ulaştı. Gelişmekte olan ülkelerin borç oranı ise yeni bir zirveye çıktı.

Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), küresel borcun ilk yarıda 2,1 trilyon artarak 312 trilyon dolara çıktığını, gelişmekte olan ekonomilerin borç-milli gelir oranının pandemi dönemi öncesine göre 25 puandan fazla artarak yüzde 245 ile yeni bir zirveye ulaştığını bildirdi.

En borçlu ise, tabii ki ABD… ABD’nin ulusal borcu 35,4 trilyon dolara ulaşmış durumda ve 100 günde bir, bir trilyon dolar artıyor. Borcun milli gelire oranı 2000 yılında yüzde 56 iken halen yüzde 123’ü aşmış durumda.

BORÇ KAMBURU SOSYAL HARCAMALARI VE KALKINMAYI BALTALIYOR

Evet, aşırı borçlanmanın en kötü yanı, birçok hükümetin gelirlerinin giderek artan bir kısmını faiz giderlerine ayırması… Gelişmekte olanların borç kamburu kalkınmayı ve sosyal harcamaları iyice baltalıyor.

Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) bloğunda Avrupa Bölümü Direktör Yardımcısı Ceyla Pazarbaşıoğlu’nun önemli bir yazısı yer aldı. Yazıda şu çarpıcı ifadeler yer aldı:

“Birçok ülke artan faiz ödemeleri ve yüksek borç itfaları nedeniyle zor durumda kalıyor. Pandeminin ekonomik yaraları, dünyanın dört bir yanındaki çatışmalar ve küresel faiz oranlarındaki ani artış, düşük gelirli ülkeleri en çok vurdu. Ortalama düşük gelirli bir ülke, 10 yıl öncesine göre yabancı alacaklılara gelirlerine oranla iki kat daha fazla borç ödemesi yapıyor. Borç ödemesi/gelir oranı 10 yıl önce yüzde 6 iken 2023’de yüzde 14’e çıkmış durumda…”

BORÇ YÜKÜYLE EZİLENLER İÇİN 820 MİLYAR DOLARA İHTİYAÇ VAR

Daha önce de IMF Başkanı Kristalina Georgieva, kırılgan gelişmekte olan ülkelere borç krizleri ve ekonomik şokların önemli ölçüde zarar verdiğini, bu ülkelerin daha da geride kalma riskiyle karşı karşıya olduğunu söyledi.

Georgieva, düşük gelirli ülkelerin sadece öngörülen cari açıklarını ve dış borç geri ödemelerini karşılamak için önümüzdeki beş yıl içinde 820 milyar dolara ihtiyacı olduğunu belirterek, “Buna büyümeyi hızlandırmak ve gelişmiş ekonomilerle yakınlaşmak için gereken 500 milyar dolarlık dış finansmanı da ekleyin” dedi.

BORÇ ÖDEMELERİ SAĞLIK, EĞİTİM VE ALTYAPI HARCAMALARINDAN DAHA YÜKSEK

Ekonomist Nick Beams ise durumu, “Finans sermayesi yoksul ülkelerin hayat damarını emiyor” sözleriyle özetliyor. Nick Beams, bunun yoksulluk, açlık ve sefalete neden olduğunu belirterek, şu bilgiyi paylaştı: Bu yılın başında Dünya Bankası’nın düşük ve orta gelirli için toplam borç ödemesini, iç borçlarla birleştirildiğinde 185 milyar dolar olarak tahmin etti ve bu rakam sağlık, eğitim ve altyapı için yaptıkları toplam kamu harcamalarından daha yüksek.

Uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’a göre ise, 2,4 milyar insana ev sahipliği yapan dünyanın en fakir ülkelerinin yaklaşık yüzde 57’si önümüzdeki beş yıl içinde kamu harcamalarını toplam 229 milyar dolar azaltmak zorunda kalacak.

Şöyle bitirelim: Bu ülkeler şu anda sağlık hizmetlerine harcadıklarından dört kat daha fazla parayı zengin alacaklılara borçlarını geri ödemek için harcıyor.

habercavdir.com.tr

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu